4 Aralık 2008 Perşembe

ıssız adam'ın şifresini kırdık



hem mustafa hakkında herşey, ulak ve babam ve oğlum’dan kalan hesabı tek filmle kapatmak hem de yakın çevremizdeki hatunların yakın çevresindeki erkeklerinin –sözümonlara- “alper’de kendimden de bir şeyler buldum hacı” derken buldukları şeyin ne olduğunu merak ettiğimiz için orta sıralardan bir bilet aldık.

alper bir kitapçıda gördüğü ada ismindeki bir kıza asılır, bir kaç klişe çapkınlık numarası, biraz uğraşıdan sonra ilk buluşmada kızı yatağa atmayı başarır. bir aylık kuluçka döneminden sonra iş ciddiye binmek üzereyken “benim kafa çok karışık, ayrılmak istiyorum o dolmalar boğazına dizile” klişesiyle ada’ya kapıyı gösterir. alper skinin keyfinin peşine, ada ingiltere yollarına düşer. beş sene sonra tesadüfen karşılaştıklarında ada evlenmiş iki çocuğu olmuş biri kız biri oğlan, alper ise babalık özlemini arkadaşlarının çocukları üzerinden tatmin etmeye çalışan bir dallamadır. bu senaryoyu bir yerlerden hatırlıyoruz değil mi? ya da bizim mahalle kahvesinden arkadaşlar “ben de alper’de kendimden bir şeyler buluyorum olm” derken neden sözettiklerini.

alper, atmosferi bir dönem cnbce’de de gösterilen kitchen confidental’dan esinlenmiş kendine ait lokantasında şarapla iyi giden harika yemekler yapan, yetmişlerin müziğine meraklı, özgürlüğüne düşkün, komik olmaya çalışan, zaman zaman üçlü takılan ama alta geçmeyen prensip sahibi orta yaşlı ıssız bir adamdır! gerçekte böyle bir adam olmadığını hepimiz biliyoruz. film, ana karakterinin bu özellikleriyle bile fantastik türk sineması kategorisindeki yerini layıkıyla almaya aday.

ada, ikinci el kitaplardaki yaşanmışlıkların peşinde, sayfaların arasında unutulmuş kurutulmuş güllerden notlardan hikayeler uyduran, önceleri dizi sektörüne kostüm yaparak iyi para kazanan ama her ermiş şehirli gibi tövbe edip yine cihangir sınırlarında küçük kahramanlara elbiseler dikerek hayatını kazana‘bilen’, armut suratıyla pek de güzel sayılamayacak ortalama bir karakter. ada’nın arkasındaki kişi -melis birkan- ise, film boyunca devam eden anlamsız sırıtışı ve yüzeyinde, kenarında, kıvrımlarında hiç bir hikaye barındırmayacak derecede ama ancak sünger bob’da inandırıcı olabilecek semiz yüzüyle karakterin içinde bulunduğu durumu yaklaşık olarak bile yansıtabilecek performanstan bir kaç durak uzaktaydı.

telaşlı mavi, bir çocuğun yüzündeki bayram sevinci, atıyorum kumral ada mavi tuna iki yeşil su samuru ve onların halagilleri, emmioğulları. merhaba, buket uzuner edebiyatına hoşgeldiniz. böylesi diyaloglar sadece erken dönem doksanların türk filmleri, fransız sanat filmleri, şampuan reklamları ve buket uzuner kitap isimlerinde kaldı sanmıştık; hayır, hayır, yanılmışız. kız arkadaşımızdan “hayatım, saçım nasıl da ahenkle dans ediyor, baksana” cümlesini duyamayacağımız gibi “telaşlı mavi” diye bir renk de sıfat da yok, yok ulan!

çağan ırmak belden aşağı vuruyor

yönetmenin, ortalama sinema izleyicisinin zaaflarının farkında olduğu ve babam ve oğlumdan sonra ikinci kez 'ne yapıp etmeli seyirciyi ağlatmalı' gazıyla kamera arkasına geçtiği çok açık. bu toprakların insanının kazara düşüp kırılan bir vazonun içinden yere saçılan bir saç tokasının, birlikte dinlenmiş, sevilmiş, söylenmiş bir şarkının, bir otobüs durağının, bir kokunun hatta levent metro durağı civarındaki bir garanti bankası atm’sinin önünden her geçtiğinde su yüzüne çıkardıklarına, toplamda kırık aşk hikayelerine zaafı var ve çağan ırmak son filminde tüm bunları bir araya getirerek postmodern bir şehirli arabeske dönüştürmeyi iyi beceriyor. tüm bu denklem cihangir sınırları dışına çıkamayan bir filmin neden bu kadar seyirci ve gözyaşı çektiğini özetliyor.

bir de tabi ki en önemlisi, işyerinden merve’nin dediği gibi böyle evlerin, adamların kedisi de olur ama alper’in kedisi yok. hakkaten hatta haggaten yok lan.

10 Haziran 2008 Salı

iyinin ve kötünün ötesinde

lost’un bir bölümünde sözde iyi adam’ı oynayan jack, sözde kötü adamı oynayan benjamin’i dış dünyayla bağlantı kurabileceklerine dair söylediklerinde yalan söylemekle itham edince benjamin linus’tan hayalkırıklığına uğramış bir adamın yüz ifadesiyle şaşırtan bir karşılık geliyor;

“jack, you break my heart”

ben’in bu tepkisine şaşkınlığımın uzun sürdüğünü hatırlıyorum çünkü tüm o bilindik klişeler ‘sözde’ kötü adamları duygusuz, ruhsuz , kalpsiz karakterler olarak yazıyor, çiziyor, betimliyor. buna göre benjamin gibi bir adamın kırılacak bir kalbi yoktur. öyleyse ben’in yalancı olmakla itham edilmeyi takmaması gerekiyordu.



coen kardeşlerin cormac mc carthy’nin romanından uyarladıkları ‘no country for old men’inde xavier bardem’in canlandırdığı anton chigurh da kafa karıştırmak için yeteri kadar ‘iyi’ bir karakterdi. klasik seri katillerden farklı olarak bu prensip sahibi ‘kötü’ adamımız kendi koyduğu kurallara sıkıca bağlı olması ve adalet terazisini kendince dengede tutma yöntemiyle şimdiye kadar karşılaştığımız ‘sözde’ kötü karakterlerden farkını belli ediyor.

müstakbel kurbanlarına verdiği, cebinden çıkarıp havaya fırlatacağı bozuk paranın yazı mı tu(ğ)ra olduğunu bilmelerini istediği son şansla seri katillerin tanrı rolüne soyunma heveslerini anımsatsa da chigurh doğru tahminle karşılaştığında oyunbozanlık yapmayıp bağışlayıcılığını sergiliyor. kırılan koluna tampon yapmak için gömleğini istediği çocuklara gömleğin bedelini fazlasıyla ödemek istemesi paçalarından kötülük saçılan bilindik ‘kötü’ karakterlerden çok farklı değil mi?

iyi ve kötünün sınırlarının çok belirgin kalın çizgilerle çizildiği romanların, ders kitaplarının, toplumun, hollywood’un, yeşilçamın, beyazcam’ın yarattığı iyi ve kötü arasındaki o belirgin farkın yavaş yavaş ortadan kalkması, belirsizleşmesi, –tıpkı gerçek dünyada olduğu üzere- daha gerçekçi profiller çizmesi adına sevindirici çünkü karakterlerin birer melek ya da şeytan olarak tasvir edilmeyeceği bir kurmaca dünyası ne kadar da kurmaca olsa gerçek hayata daha yakın duracak. ne iyiliğin ne de kötülüğün sanıldığı gibi bir yerlerde başlayıp bir yerlerde biten sınırları yok; pekala tek bir vücutta sürekli bir mücadele halinde birbirini dengelemeye çalışıyor, zamana, duruma, olanaklara bağlı olarak terazinin bir tarafı diğerine baskın çıkıyor olabilir.

iyi-kötü, siyah-beyaz, evet-hayır, bir-sıfır olmak zorunda değil. yıllar önce okuduğum bir yazının sonunda dediği gibi yazarın; gri güzel bir renktir.

12 Mayıs 2008 Pazartesi

winners are simply willing to do what losers won't



yazının başlığı how to be a loser’da olabilirdi, winners rule’da. bu, ne tarafta durduğuna bağlı. aynı zamanda ne tarafta durmak istemediğine.

-durdurabilecek misin
+hayır
-ne yapıyoruz? ne yapacağımızı söyle
+sana vurmasına izin ver


‘bazen yapabileceğin hiç bir şey yoktur’ diye devam ediyor million dollar baby’nin anlatıcısı. narrator haklı; bazen rezil hayatının sana vurmasına izin vermenden başka seçeneğin yok. böyle olmayabilirdi, kuralları biliyordun, how to be a winner başlıklı klavuzların peşine takılabilirdin vs. vs. vs.



ama o şekilde kazanmak istemiyordun; “sana vurmasına izin ver”

galiba şimdiye kadar hep yaptığın buydu. başkalarının kurallarıyla bir winner olmaktansa kendi kurallarınla loser olmak.

“yara çok derin, kemiğe dayanmış olabilir. bir damarın parçalanmış olabilir ya da kan yeterince pıhtılaşmamış olabilir. etin değişik katmanlarında her tür kombinasyona rastlanır. franky de bunların her birinin nasıl çalıştığını bilirdi”

bu işleri franky kadar iyi bilmiyorsun ama hala hayattasın ve meydan okuyorsun;

“fuck you”

3 Şubat 2008 Pazar

inland fucking empire



maalesef az önce david lynch'ın son filmi inland empire'ı izledim. maalesef çünkü film beni öyle bir ruh haline soktu ki jenerikle birlikte üzerimdeki eşofmanlarla yol boyunca avazım çıktığı kadar bağırarak kadıköy'e kadar koşup soluklanmadan aynı şekilde geri dönmek istedim. bunu gerçekten yapmak istedim çünkü ancak böyle bir tepki az önce izlediklerimi unutturabilir, beni rahatlatabilirdi. bu filmle ilgili -ki buna film eleştirisi denebileceğinden emin değilim- şimdiye kadar yaptığım rap tadındaki en kısa eleştiri cümlesi de şöyle olabilirdi; 'fuck you david / for what you did'.

mulholland drive'ı ilk kez izledikten sonra 'dayak yemiş' gibi hissetmiştim. bu kez 'bana çarpan tırın plakasını aldınız mı?' diye sormak istiyorum. lynch empire'ın son eserinin karşılığını film boyunca bol miktarda küfürle ödemeye çalışmak da beni rahatlatmadı. adamcağızın filmlerini korsan dvd'cilerden tanesini beş liraya aldığın yetmiyormuş gibi bir de küfür et. belki de ilahi adalet böyle tecelli ediyordur. ya da karma. neye inanıyorsan artık.
wild at heart ve blue velvet dışındaki lynch filmlerinin bilinçaltının, rüyaların beyaz perdeye yansıması olduğunu bilmek hem kendimizi yetersiz hissettirmekten hem de adamcağıza karşı gereksiz kızgınlıklar hissetmemizden alıkoyacak belki. ama bunu bilmek bile bir mulholland drive'ın dörtte birini anlayabilmek için filmi on kez izlemekten de alıkoyamıyor.

peki şöyle bir lise son matematik sorusu sorabilir miyiz?

anselmo, mulholland drive'ın bir çeyreğini anlayabilmek on kere, lost highway'in üçte biri için filmi üç kere başa sarmak zorunda kalmıştır. inland fucking empire'ın üç saat sürdüğünü hesaplarsak anselmo'nun bu filmi anlaması için ne kadar süre geçmesi gerekmektedir.

cevabı tahmin bile edemezsin.

hayır, hayır bu sanatsa ben sanatsever değilim arkadaş. ve sinema dedikleri buysa bundan sonra alacağım ilk bilet kuğu götü balesine olacak;)