28 Eylül 2011 Çarşamba

10

onuncu yılında sönük bir program; 40'a yakın filmden dişe dokunur 8 film çıkarabilmek seçici olduğumuza değil, programın zayıflığına işaret. iyi tarafından bakarsak film tercihlerinde zorlanmadık(zaman + paralar cepte). sönük içeriği festivalin geleneksel reklam ve sosyal mecralardaki izdüşümünden de anlamalıydık. belli ki arkadaşlar ekip olarak yaz rehavetinden çıkamamışlar. belki önceki senelerde de böyleydi ya da artık elini sallasan bir film festivaline değiyor olmasının getirdiği aşinalık. 'tuhaf' ve dişe dokunur filmler ve yeni keşifler için, tek göz ağrımız !f'i beklemeye devam; bir filme gideceğim, çok tuhaf olacak.


her fırsatta olduğu gibi bu yazı vesilesiyle de iksv'nin lale kart faşizmine dikkat çekmek istiyoruz; sene boyunca neredeyse bütün festivallerde bilet fiyatlarının vizyon filmleri fiyatından yüksek olmasına alıştık. sanat, parası olan olmayan herkes içindir'i geçtik ama bu çarpıklığın bile kendi içinde başka bir çarpıklığı içermesinin; sunulan hizmetlerin ayrıcalıklı lale kart sahiplerine sıradan halk yığınlarından önce ve en iyi olanaklarda ve daha ucuza sunulmasının kabul edilebilir bir yanı yok. iksv'yi bu uygulamayı yeniden gözden geçirmeye davet ediyoruz.

kabahat bizde ki yasal soyguncular bankalar ve telefon peratörlerinin sponsor olduğu organizasyonlardan gelecek hayr'ı bekliyoruz (iliklerinize kadar sömürerek aldığımız paralar size kültür olarak geri dönecek). gidişat, filmleri internetten indirip sinema salonlarıyla bağlarımızı tamamen koparmaya doğru gidiyor. zaten, anadolu yakasının en büyük salonu rexx 5 parçaya bölünmüş, süreyya, ‘kendisinden daha büyükmüş gibi gelen elmaslar takıştırmış devasa karılarıyla birlikte fıçılar dolusu şampanya içen ve birbirlerine böğüre böğüre bir şeyler anlatan bir avuç titanlar*a hizmet veren bir yere dönüşmüş, yazın terletip kışın üşüten klima sistemine ve bahşiş vermeyeni döven yer göstericilerine rağmen emek sineması kapanmıştı, kaybedecek bir şey mi kaldı.

* the narrator, fight club, palahniuk
** bu yazı eş zamanlı olarak www.serikatil.org'da da yayınlanmıştır.

1 Eylül 2011 Perşembe

norwegian wood

okuyucu, her yönüyle benimsediği bir kitabı sinemada da görmek ister mi? türkçe'ye imkansızın şarkısı olarak çevrilen /şahsen zaytung'un NORVEÇ ODUNU önerisini daha çok tuttuğum/ murakami'nin noruwei no mori(norwegian wood)'sini önce okuyup sonra izleyene dek benim için de cevabı sınırda gezinen bir soruydu; forrest gump ile başlayıp guguk kuşu ile, no country for old man ile devam eden keyifle izlenip okunan - okunup izlenen tüm o uyarlamalar boyunca, uyarlama'nın iyi fikir olup olmadığı, uyarlanan bir kitabın önce kendisi mi okunmalı, sinemada mı izlenmeli sorularına yararsız bir meşguliyet olarak cevap bulmaya çalışmıştım.

kitap, 68 kuşağının dünyayı salladığı -ya da şimdi bakınca salladığını sandığımız- döneminde japonya'da büyüme çağındaki bir grup arkadaşın hayatında olup bitenlere değiniyor. murakami, kendi hayatından da izler ve esintiler taşıyan kitapta, aynı dönemi anlatan diğer pek çok kitap ve kahramanının aksine, politika suyuna sabununa kendi gerekçelerini de öne surerek bulaşmamayı tercih eden büyüme çağındaki üniversitelileri arkadaşlık, müzik, cinsellik, bunalım ve hatırı sayılır bir kısmı için intihar ile sonuçlanan kısıtlı bir eksende anlatmayı yeğliyor. hayır, hayır, öyle görünmesine rağmen asla bir ERGEN VE BÜYÜME SANCILARI kitabı değil(şükürler olsun ki şu ana kadar yapılan araştırmalar ergenlerde kitapta anlatılan derecede bir duygu yoğunluğuna rastlanmadığını söylüyor).















içeriğindeki cinsellik dozunun yer yer erotizm seviyesine varması ve kahramanların olur olmaz her durumda sevişmek istemelerine bakarak kitabı tipik bir japan-dawson's creek olarak nitelemeden önce 'muhafazakar' japonların cinsellik konusundaki yargılarının bırakın türkiye'ye, geniş mezhepli batılılara göre bile oldukça rahat olduğunu hatırlamakta fayda var. bunu kendime de hatırlatmama rağmen kırılma noktası, watanabe'nin arkadaşı nagasava'nın sevgilisi hatsumi'yle de yatmamış olmasıydı; "neyse ki watanabe'nin sevişmediği bir karakter var".

kitabın gençlerin hayatının çok kısıtlı bir kesitine yönelmesi, ailelelerinden hemen hemen hiç söz etmemesi, ve karakterlerin çoğunun -alışılmadık oranda- intiharı seçmesine rağmen kendi içinde tutarlı, bütünlüklü ve etkileyici olduğunu da ekleyelim. beatles'ın norwegian wood'unun kitaba isim babalığı yapması ve watanabe'nin okur için sürekli bir 'playlist' oluşturmaya çalışması okuru kitabın musical renginin de yeteri kadar derinlikli olduğuna ikna ediyor.

-kitabı okuyup henüz filmi izlemediyseniz bile- film ile ilgili söylenebilecek ilk şey  yönetmen'in yerinde olmak istemeyeceğinizdir. kitap o denli etkileyicidir ki film ne kadar harika olursa olsun sonuç muhtemelen hayalkırıklığı olacaktır. nitekim beklentileri önemli ölçüde törpülemek bile, filmin kitaptan arka arkaya kare ve sahnelerin geçtiği bir 'şey'e dönüşmesine engel olamıyor. böylesi geçişler acemice yapıldığı için, kitabı okumadan sinemaya gelen izleyicinin algısında da kopmalara, hikaye bütünlüğünden uzaklaşmaya yol açtığı söylenebilir.

yönetmenin film'deki yoğun cinsellik içeren sahneleri, 80'ler dönemi yeşilçam seks filmlerini anımsatır bir acemilikte yönetememesi, filmin watanabe'den sonraki karakteri, esas kadını olabilecek midori'yi yeteri kadar kullanamaması ve adını beatles'ın bir şarkısından alan 'imkansızın şarkısı'nın müzikten sınıfta kalması gibi teknik yanlışlıklar da filmin zaten başlamadan önce var olmayan şansını tamamen bitiriyor. bu noktada ilk cümlede sorduğumuz sorunun cevabını alıyoruz; adınız 'gelmiş geçmiş en iyi yönetmen' olsun, iyi bir hikayenin uyandırdığı hayal gücüyle başa çıkamazsınız.